10 Ocak'ın Anlamı Ne?
- İklim Bayraktar

- 10 Oca 2013
- 4 dakikada okunur
Karşı cinse duyulan en büyük aşktan çok daha öteydi mesleğe duyduğu aşk..
Küçücük bir kız çocuğuydu aslında, ama hayalleri, istekleri büyüktü.
Tam 19 yıl önce o zamanlar en severek okuduğu gazeteye aralıklarla tam 8 kez gitti, ama dış kapıdan içeri girmeyi bile başaramadı bir türlü.
Dokuzuncu gidişinde “yeter be, kim bu kız” diye sırf meraklarından aldılar yukarı.
“Ne istiyorsun?”
“Gazeteci olmak istiyorum, hem de çok fazla istiyorum.”
“Hadi ya, yaşın kaç ki senin daha?”
“18 olacağım 5 ay sonra...”
“Makinen var mı peki senin?”
“Var. Nikon F4”
“Yok ya!.. Göster bakayım.”
“İşte...”
Titreyen elleriyle uzattı makineyi.
“Demek gazeteci olacaksın? Ne biliyorsun peki bu işle ilgili?”
İşte bu soruya verdiği uzun yanıttan sonra çok şaşırmışlardı.
Küçük kız kendinden büyük cümleler kurmuştu. Mesleğe duyduğu istek ve aşk o kadar büyüktü ki, bir çırpıda kendi düşünce ve görüşlerini döküverdi ve geriye sadece, “Peki, yarın gel bakalım. Mesai saat 9’da,” demişlerdi.
O günü ve gecesini hiç ama hiç unutmadı.
Ama makinesinin o dönemde çok az muhabirin elinde bulunan cinsten olduğunu ve biraz da makinesinin hürmetine işe alındığının da anlamıştı tavırlardan.
Yeteneğini kanıtlaması bir ay bile sürmedi ama bu dönem içinde makinesi hep kendisinden önce, başkalarının elinde işe çıktı.
İlk yaptığı haberi haber merkezine bıraktığı günü de hiç unutmadı. Allahım, nasıl bir duyguydu bu!
Haberin altında ismini gördüğü gün yaşam durmuştu ve böyle bir mutluluk olamazdı, dahası yoktu bunun... Bu mutluluğun tek tanımıydı!
Sonra birçok gazeteci ağabeyi-ablası, “gazeteci büyüğü” ile aynı serviste çalıştı, iyi ya da kötü birçok anı biriktirdi. Hepsi gerçek; hepsi yaşama, insanlara ve en çok da gazetecilik mesleğine ilişkin…
Birçok ölüm gördü zaman içinde. Acil servis önü trajedilerini yaşadı yüzlerce kere ya da beraber habere gittiği arkadaşlarının cenazelerinden döndü içi sızlayarak.
Gözünün önünde diri diri yanan insanlar oldu ama deklanşöre basmalıydı, profesyonel olmalıydı. Defalarca insanlığı ile işi arasında kaldı, defalarca ağlayarak haber yazdı.
Tartaklandı, dövüldü, makinesi ve dişleri kırıldı.
Yüzlerce kere haberi çalındı ya da kaynadı gitti arada. Emek, emek hep emek isteyen hep aynı yüksek tempoda ve aynı bitmez istek, aşk ve sabır ile yapılması gereken tek iş kendi işiydi: gazetecilikti.
Yıllar içinde çalıştığı gazetelerin kapandığına kaç kez tanık oldu, o acıyı da anlatamadı hiç bir zaman yeteri kadar.
İşi yazmak olsa bile asla kelimeleri o acıları yansıtmaya yetmedi...
Ve yıllar içinde daha birçok farklı acılar yaşadı, aşk ile sımsıkı sarıldığı mesleğinde.
Hep küçük kalmadı tabii, büyüdü...
Bu “meşakkatli” meslek çok çabuk olgunlaştırdı.
Ancak yazı yazarken, haber peşindeyken ‘yaşadığını’ hissediyordu.
Haber yaptığı insanlardan tehditler aldı, uykuları kaçtı ama korkmadı. Bu meslek, haklı olduğundan emin olanın korku duygusunu rafa kaldırdığı bir meslekti.
Büyüklerinin onursuz, satılık, taraflı davrandığını gördü defalarca ama bu durumda hep susmak zorunda kaldı. Çünkü konuştuğunda ya hep işsiz kaldı...
Ya da zorluklar yaşadı bulunduğu yerde...
Defalarca işi, yani aşkı ile onuru arasında kaldı ama hep onurunu seçti. Çünkü bu meslek onurlu bir meslekti ve onurluca yapılmalıydı Bu uğurda kovulmak da mubahtı...
Öyle böyle derken devirdi yılları...
Eşini, çocuğunu, ailesini, sevdiklerini günlerce görmeden mesai yaptığı günlerin sayısı oldukça fazlaydı. Yılbaşı, bayramlar, özel günler; en çok çalıştığı, izin kullanmanın hayal olduğu günlerdi ama bir kez bile şikayet etmedi.
Bu yıllar içinde ruhlarını ve kalemlerini şeytana satmalarından dolayı, yani kendi söylemleriyle “oyunu kuralına göre oynadık” ile özetlenen mesleki ve insani kirlenmenin sonucunda, zamanında beraber habere gittiği meslektaşlarının bulundukları yere nasıl geldiğini gördü. İnanılmaz yükselişlere tanık oldu.
Gördüğü inanılmaz gerçekler mesleğine duyduğu aşkı azaltmak yerine çoğalttı.
Yıllar su gibi geçti...
Tekelleşti... Masa başından yapılır oldu gazetecilik...
Magazinden ibaret sanılması da ayrı bir trajediydi...
İktidarların oyuncağı oldu…
İş bulup çalışabilmek torpile, yandaşa, satılmışlığa, dönekliğe, ahlaksızlığa, ikili ilişkilere endekslendi.
Kısacası... Tadı tuzu kalmadı.
Ama onun yüreğinde ve ilkelerinde değişen hiçbir şey olmadığı için mutluydu hep muhabir kalmaktan.
Bugün; 10 Ocak...
Yani “Çalışan Gazeteciler Günü.”
Her şeye rağmen inatla, “özveriyle” aşkla bu mesleğe sahip çıkmaya çalışanları “görmezden” gelmek olmaz.
Tüm olanaksızlıklara, haksızlıklara rağmen; meslek etiğinden, kişiliklerinden ödün vermeksizin mesleğini yapmak için didinen basın emekçilerinin bu özel günlerini kutluyorum.
Vatanseverlik ve ilkeli gazetecilikten vazgeçmeyenlerin ve hapiste olanların ve haksızlığa uğrayanların, ve oyunu kuralına göre oynamadığı için oyun dışı bırakılanların bu özel gününü kutluyorum.
Merak ediyorum; bu mesleğe yıllarını vermiş ama kendilerinden ödün vermediği için kovulan, itilen, kaleminin gücüne ve kişiliğine saygınlığına sekte vurulmaya çalışılan, hali hazırda kovulmamış ama kovulmaya hazır bekleyen, baskı altında korku salınarak köşeye sıkıştırılmaya çalışılan büyüklerim ne hissediyor bugün acaba?
Ben şu anda aktif olarak çalışmıyorum.
Naçizane; internet ortamında ve sosyal medyada gideriyorum bu mesleğe olan özlemimi, aşkımı..
Sahi bugün benim de gazeteciler günüm sayılır mı?
Sahi; büyük başın beyanını koşulsuz doğru kabul edip, kanıt olmaksızın kendi mesleğinin emekçisini hiç tereddüt etmeden “komplocu, şantajcı” ilan edenlerin de gazeteciler günü mü bugün?
Onları da kutlayacak mıyız?
NOT:
Bu yazının büyük bir kısmını altı yıl önce başka bir internet sitesinde çalışırken yazmıştım. Geçen süre içinde değişen bir şey yok. Yazı güncelliğini koruyor ne yazık ki...
O sıralarda en büyük merakım, ünlü gazetecilerin bu mesleğe nasıl başladıklarıydı. İnternet ortamında araştırmalar yaparken, Yeni Çağ gazetesinden Şemsi Sılkım’ın yazısına rastladım. Altan Öymen’in gazeteciliğe nasıl başladığını anlatıyordu.
Yazı başlığı benim için çok anlamlıydı: “Muhabirlik için 6 kez kapısından çevrildiği gazeteye başyazar oldu.” Okuduğum öyküler içinde benimkiyle en “örtüşen” bu yazıdaki Altan Öymen hikâyesiydi.
Altan Öymen’in gazeteciliğe başlayışı şöyle hikâye ediliyordu. Öymen, 1950 yılının 12 Aralık günü gazeteciliğe başlamıştı. Bunu başlamak değil de, “kabul edilmek” olarak belirtiyordu ve ekliyordu: “Ama nasıl kabul edildim, çünkü kabul edilinceye kadar çalıştığım gazetenin kapısını epey çalmış idim. Ben o arada aracılarla haberler de gönderdiğim gibi ayrıca kapısını çalıp 5-6 defa ‘efendim ben gazeteci olmak istiyorum, şu şekilde vasıflarım var… Gazeteciliği de çok seviyorum…’”
Neredeyse aynı şekilde başlıyordu gazetecilik maceramız. Ben de gazeteciliği çok sevdiğimi söyleyerek, dokuz kez bir gazetenin kapısını aşındırmıştım. Ama benim şansım, Altan Öymen kadar yaver gitmedi.
Hukukun, yargıçların, savcıların, emniyetin, iddianamelerin, delillerin sayesinde değil; şansı yaver gidenlerin, oyunu kuralına göre oynayanların, gazeteciliği çok şahane biçimde yapanların sayesinde “komplocu” oldum…!
Emeği geçenlerin gazeteciliklerine sağlık...
Onlarında “Çalışan Gazeteciler Günü” kutlu olsun.
10. 01. 2013 ROTAHABER




Yorumlar